Üye Ol kazanmaya başla

Ne Kadar Değerli Olduğunu Biliyor Musun? İnternette gerçekleştirdiğin aramalardan; her yıl yarattığın 900 $ lık katma değerden hiç pay almıyor musun? Şimdi sende aramıza katıl ve hak ettiğin payı al! =>Ücretsiz üyelik<=

7 Mayıs 2009 Perşembe

Yanlış Tanıtılmaya Çalışılan Bir Dahi: Bediüzzaman Said Nursî

1876 yılında Bitlis’in Hizan kazası­nın Nurs köyünde dünyaya gelen, 23 Mart 1960 tarihinde Urfa’da dar-ı bekâya intikal eden Bediüzzaman gibi 80 sene dolu dolu bir hayat yaşamış bir dahi ve müceddid hakkında, bize verilen kısa bir zaman içerisinde doyurucu bir şeyler söylememizi bizden beklememelisiniz. Ancak “bir şey tamamiyle elde edilmese de, tamamiyle de terk edilmemeli” kaidesince, denizden bir katre mesabesinde bazı haki­katleri burada ifade etmek istiyorum. Söyleyeceklerimizi ana başlıkla­rıyla özetleyeceğiz:

Cumhuriyet Nesli Bediüzzaman’ı Yanlış Tanıyor

Tarih bize gösteriyor ki, başta peygamberler ve onların gerçek mirasçıları olan din adamları olmak üzere, insanlık âlemi, büyük insanların kıymetlerini zamanında tam takdir edememişlerdir. Sonradan ise, bu takdir edememenin ceza­sını, hem muasırı olan insanlar ve hem de onların nesilleri çekmişlerdir. Hemen hemen bütün peygamberler, bu fikri­mize müşahhas birer misal olarak verilebileceği gibi, İmam-ı Âzam ve Ahmed bin Hanbel gibi İslâm âlimleri de, bu acı hükmü teyid eden canlı misallerdendir.
Tespitlerimize göre, asrında tam anlaşılamayan şahsiyetlerin bu asrımızdaki en güzel misali de, tebliğimizin mevzuunu teşkil eden Bediüzzaman Said Nursî’dir. İslâmî ilimlerdeki dâhiyane vukufu, hususan iman hakikatleri mevzuundaki asrın anla­yışına uygun ve harika izahları ve seksen yıllık istikametle hak üzerinde devam eden Allah, din ve millet-i İslâmiye uğrundaki gayret ve mücahedeleri bütün İslâm âleminde duyulduğu ve takdir edildiği halde, hâlâ kendi ülkesinde yanlış tanınan veya tanıtılmak istenen bir şahsiyet var; o da Bediüzzaman’dır.
Bu yüz karası hale, Türk ilim adamının ve münevver Türk araştırmacılarının çok kısa bir zamanda son vermeleri gerekmektedir; aksi takdirde tarih, gözünü kapa­yıp gündüzü kendisine gece yapanları çok kötü yargılaya­caktır.
Cumhuriyet nesli, Bediüzzaman’ı yanlış tanımaktadır ve daha doğrusu, senelerdir devletin bütün imkânları ve buka­lemun türünden aydınlar kullanılarak, Bediüzzaman cumhuriyet nesline kötü tanıtılmaya çalışılmıştır. Onun müca­delesini tanımayan ve eserlerini okuyup talebelerini görme­yen, cahil veya aydın her cumhuriyet nesli, Bediüzzaman, Said Nursî veya Risale-i Nur kelimelerini duyunca, yapılan telkinler sunucu, Kürtçü, bölücü, gerici ve devlet düşmanı bin insan ve eser hayaline bir nevi mecbur edilmiştir.
İstihbarat teşkilatımızın bu zât ve eserleri ile alakalı raporlarını; silâhlı kuvvetlerimize dağıtılan bölücü faaliyetlerle alakalı bilgilendirici eserlerin konuyla ilgili bölümlerini; 12 Eylül Hareketinden sonra YÖK eliyle bütün üniversitelerimize da­ğıtılan bölücü örgütler kitabının ilgili başlığını ve bunların tesirinde fikrini geliştirmiş ilim adamlarımızın sohbetlerini okur yahut mütalaa ederseniz, Bediüzzaman’ı asla sevemem.
Halbuki nasıl senelerce, dünyaya adalet tevzi eden ecdadı­mızı bize barbar ve kızıl sultanlar diye takdim etmişler, öyle de, İslâm düşmanları şahsiyetinden ve eserlerinden çok korktukları Bediüzzaman ve eserlerini de öyle yanlış ve kötü tanıtmışlardır. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı haki­katini unutmuşlardır. Ne acıdır ki, son 10 yıldan önceye ka­dar güvenlik kuvvetlerimiz de bu menfî propagandanın te­siri altında kalmıştır. Vatanı için hayatını ortaya koyan bu büyük dâhiyi, bir vatan haini gibi değerlendirmiştir.
Meseleyi uzatmamak için sadece bu menfî vasıflardan birisi üzerinde duracağım. Geriye kalanları da, sizin idrakleri­nize havale ediyorum. Ne zaman Bediüzzaman ve onun eserlerinden bahsetseniz, siz ister Türk olun, ister Arap olun ve isterse de Osmanlı Hanedanından olun, Kürtçü damga­sını yersiniz. Halbuki dünyada Kürtçülük ve Risale-i Nur kadar birbirine zıt iki kelime bulunmadığı gibi, Türkiye’deki bölücü Kürtçü hadiselere karşı, Risale-i Nur’dan daha mü­kemmel bir panzehir asla bulunamaz. Mevzuyu isterseniz biraz açalım ve bazı müşahhas misaller verelim:

Birincisi:
Bir kısım araştırmacılar, Bediüzzaman’ın cumhuriyetten önceki yıllarda Said-i Kürdî unvanını kullandığını da ileri sürerek, onun doğuda bir Kürt devleti kurmak gayesiyle 1918’de tesis edilen Kürt Teali Cemiyetinin üyesi olduğunu ve bölücü faaliyetlerde bulunduğunu iddia ediyorlar. Bu iddialarını desteklemek üzere, aynı cemiyetle beraber çalıştığını ileri sürdükleri Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti kurucuları arasında Bediüzzaman’ın da bulunmasını, fevkalade bir demagoji ile serrişte ediyorlar.[1] Bu iddiaların hiçbir esasa dayanmadığını yapılacak kısa bir inceleme hemen ortaya koyacaktır.
Evvela: Osmanlı Devleti kavim ve ırk esasına değil, din esasına dayanan bir devletti. Bu sebeple Müslüman olmak şartıyla millet farkı son 20-30 yıl bir tarafa bırakılırsa ehem­miyet arz etmediğinden, Doğudaki bazı bölgelere Kürdistan Eyaleti yahut Bilad-ı Ekrad denilmesi ve orada yetişmiş devlet veya ilim adamlarına da Kürdî lakabının verilmesi, o zâtın tanınması için kullanılan resmî bir ifade tarzıydı. Said-i Kürdî lakabı bu mana ile kullanılmış ve ne zaman ki cum­huriyet kurulur bu ifade yanlış anlaşılmaya başlanınca, bizzat Bediüzzaman bunu Said-i Nursî şeklinde değiştirmiştir. Bununla da yetinmeyip eski eserlerindeki Kürdistan veya Bilad-ı Ekrad ifadelerini dahi vilayat-ı şarkiyye şeklinde de­ğiştirdiğini neşredilen eserleri ispat etmektedir.
Saniyen: Kürt Teali Cemiyeti ile Kürt Neşr-i Maarif Cemiyeti ara­sında organik bir bağ yoktur ve maksatları da aynı değildir. Tarık Zafer Tunaya, bu cemiyetin kuruluşunu 1919’da demişse de, neşrettiği belgenin tarih ve kaynağını kaydetmemiştir. Ancak belgeyi, öylesine işlemiştir ki, mütalaa edenler, Bediüzzaman’ı Kürt Teali Cemiyeti üyesi zannederler.
Halbuki ikisi arasında hiçbir alaka yoktur. Bediüz­zaman, İstan­bul’a ilk defa geldiği 1907’lerden beri, Şarkta bir darülfünun açılmasını müdafaa ettiği zaten bilinmektedir. Hata Sul­tan Reşad’dan bu gaye ile belli bir tahsisatta almıştır.[2] Her ne ka­dar Kürt Neşr-i Maarif Cemiyetinin ne zaman, han­gi gaye­lerle ve hangi kurucularla tesis edildiği de tam belli değilse de, belli olsa ve Bediüzzaman da bu cemiyetin kurucuları arasında bulunsa bile, bunda garipsenecek bir cihet yoktur.[3]
Zira Bediüzzaman, Şarkta maarifin geliştirilmesi ve bir üniversite açılması için başından beri gayret göstermektedir. Bu cemiyet, Erzurum yahut Bayburt Kültür ve Eğitim Vakfı gi­bidir.
Salisen: Kürt Teali Cemiyetinin reisi olan Seyyid Abdül­kadir’den gelen teklife verdiği şu cevap ise meseleyi kökünden hallet­mektedir:
“Allah-u Zülcelal Hazretleri Kur’ân-ı Ke­rimde, ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahî karşı­sında düşündüm. Bu kavmin, bin yıldan beri âlem-i İslâmın bay­raktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kah­raman millete hizmet yerine ve 450 milyon (o zaman ki İslâm âleminin nüfusu) kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi (bir kısım Kürtçü) kimsenin peşinden gitmem.”[4]

İkincisi:
Bediüzzaman ile alakalı yanlış tespit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun yayılmasıdır. Maale­sef, gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tespit, güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adam­larının zihinlerine de yer etmiş durumdadır. Şeyh Said’in Bediüzzaman gibi bir dâhiyi yanına almak isteyişi doğrudur; ancak bu büyük âlimin mezkûr teklif karşısında takındığı tavır, kasten yanlış aksettirilmiştir. Buyurun Şeyh Said’e olan cevabını beraber okuyalım:
“Türk Milleti, asırlardan beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur’ân ve iman hakikatlarıyla tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti izale etmektir, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir.”[5]

II. Bediüzzaman, Büyük Bir İslâm Âlimi ve Asrın Müceddididir

Bediüzzaman’ın ilmî şahsiyeti de, İslâm âleminde ve Türkiye dışında bütün dünyada tam olarak takdir edildiği halde, Türkiye’de özellikle ilim adamları çevresinde yete­rince tanınmamıştır. Bunda yapılan menfî propagandaların tesiri büyüktür.
Bir zamanlar, İlâhiyat öğretim üyelerinin Doç. yahut Prof. olabilmeleri için, Bediüzzaman ve onun 6.000 küsur sayfayı bulan Risale-i Nur adlı eserleri aleyhinde konferans yahut makale bulunması şartı arandığını, hadiseyi yaşayan hocalarımız anlatmaktadır. Eserlerinin bir çoğu, başta Arapça, İngilizce, Almanca ve Urduca gibi ona yakın lisana tercüme edilen ve hakkında Avrupa’da ve İslâm âleminde doktora tezleri yapılan bir dâhi hakkında, Türk ilim çevresinin bigane kalması elbette ki üzücüdür.
Bediüzzaman’ın kelâmda müceddid, muasırları arasında mümtaz bir yeri olan müfessir, yüzlerce hadisi, senedleriyle birlikte nakledecek kadar muhaddis ve kısaca akranlarının fevkinde bir İslâm âlimi ve dahi olduğunda, dost ve düş­man­ları ittifak halindedirler.
Gerçekten Bediüzzaman’ın, İslâmî ilimlerin temelini teşkil eden ve içlerinde “Mirkat” gibi İslâm nazarî hukukuna ait usul-i fıkıh metni; İslâm felsefesi ve kelâm hakkında Adududdin tarafından kaleme alınmış müstesna bir eser olan “Mevafık”; mantık ilminin özeti demek olan “Süllem” ve benzeri 90 çeşit kitabı hafızasına aldığı, bunları ayda bir evrad gibi tekrar ettiği ve Arap dilinin en mükemmel lügati olan “Kamus”u “Sin” harfine kadar kelimesi kelimesine ezberlediği, çok iyi bilinen ilmi cihetlerindendir.
Bu kesbî gayrete bir de Allah’ın ihsanı demek olan muhakeme, zekâ ve vehbi diğer vasıflar eklenince, muasır­ları tarafından “Bedi­üzzaman”, yani zamanının eşsiz bir al­lamesi ünvanıyla vasıflandırılmaması için hiç bir sebep kal­mamıştır.
Bediüzzaman’ı diğer İslâm âlimlerinden en ayırıcı özel­liği, asırlarca İslâm âlimleri arasında ihtilaf vesilesi olmuş ve bir türlü halledilememiş bir kısım itikadî meseleleri, asrımı­zın insanının anlayışına uygun olarak farklı bir metotla izah edebilmesidir. Buna ilim ve san’at asrı olan asrımızdaki bir kısım felsefî meseleleri de eklerseniz, Bediüzzaman gibi bir allameye ve Risale-i Nur gibi bir Kur’ân tefsirine olan ihti­yacı daha iyi takdir edersiniz.
Burada bir tespitimi belirtmek istiyorum. Asrımızın mümtaz âlim ve müfessirlerinden olan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın Hak Dini Kur’ân Dili adlı eserini mütalaa ettim. O büyük allamenin, bütün ilmî vukufuna ve aklî dirayetine rağmen, 21 meselede son sözü söyleyemediğini ve söylese dahi ancak İslâmî ilimler alanında belli bir mertebeye ulaşmış insanların ona muhatap olabileceğini gördüm. Bu meselelerin, ruhun mahiyeti ve ispatı, kader meselesi, haşrin ispatı, mi’racın cesedle mi, ruhla mı gerçekleştiği meselesi, Allah’ın ispatı ve benzeri itikada ait meseleler olduğunu sadece hatırlatmakla yetiniyorum.
Halbuki Bediüzzaman, ölümden sonra tekrar dirilmek demek olan haşir meselesini, İbn-i Sina gibi bir dâhinin “Haşir aklî metotlarla anlaşılabilecek bir mesele değildir; nasıl nakledildiyse öyle iman ederiz” demesine rağmen, Onuncu Söz adını verdiği eserde öylesine izah ve ispat etmiştir ki, neti­cede, “Bu eserimi idrak ve izanla iyi mütalaa et; eğer haşir meselesini iki kere iki dört eder derecesinde anlamazsan, gel iki parmağını gözüme sok” hükmünü, okuyanın vicdanı te­fessüh etmemek şartıyla, bir tahdis-i nimet olarak ilan et­mektedir.[6]
Eski kelâmcıların ancak büyük âlimleri muhatap alarak müstakil kitaplarda halletmeye çalıştığı; mesela Sa’deddin Teftezani’nin Telvihat başlığı altında 40 küsur sayfada izah edebildiği kader ve cüz’î irade meselesini, 5-10 sayfa içinde ve hem de herkesin anlayabildiği şekilde izah edebilmesi, zikredilmesi gereken mühim yönlerindendir.[7]
Hatta bir zamanlar Pakistan Maarif Nazırlığı yapan Ali Ekber Şah, kader meselesi ile alakalı bir meselesini, 40 sene dolaştığı İslâm âleminde halledemediği halde, Bediüzza­man’la yaptığı 40 dakikalık sohbet neticesinde hallettiğini, Türkiye’den ayrıldıktan sonra uğradığı Mısır’da cumhuriyet gazetesinde bir makale halinde neşretmiştir.
Özellikle materyalizmin tek hedef haline getirdiği Allah’ı inkâr hareketleri karşısında, asrın idrakine uygun tarzda tevhid, yani Allah’ın varlığı ve birliği hakkındaki Kur’ân âyetlerini fevkalade bir şekilde tefsir etmesi ve vicdanı tefes­süh etmişlerin dışında akıl ve idrak sahibi herkese Allah’ın varlığını ispat etmesi, yine zikredilmesi gereken misaller­dendir. Kâinatın varlığını tabiata ve sebeplere veren zihni­yeti Tabiat Risalesiyle alt-üst eden Bediüzzaman, Otuzuncu Söz ile felsefenin dinsiz kesimini susturmuş; Yirmi İkinci Söz ile de gerçek tevhid inancının esaslarını bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir.
Geçenlerde elime geçen Allah maddesi ile alakalı bir ansiklopedi maddesinde, Bediüzzaman’ın fevkalade izahlarından habersiz gibi görünen bir ilim adamımızın, Al­lah maddesini hicri 5. asırdaki bir mü’mini muhatap kabul ederek kaleme almış olması ve bir üniversite gencinin de, bana göstererek, “Hocam, böyle bir ansiklopedide, Allah inancı asrımızın insanı da göz önüne alınarak yazılamaz mıydı?” diye sorması, Risale-i Nur gibi bir Kur’ân tefsirinden istifade etmemekte direnen ilim adamlarımızın acı hallerini gözlerimin önünde canlandırmıştır. Yeni neslin bigane kal­mama­sını ümit ediyorum.
Siz, misal olarak zikrettiğimiz bu üç meseleye, mi’racın mahiyeti ve ispatını, arş-ı âzam, kâb-ı kavseyn gibi İslâmî ıs­tılahların gerçek ve ma’kul manalarını; Kur’ân’ın mu’cize ol­duğunun ispatını; meleklerin ve ruh âleminin ispatını ve kı­saca asrımızda gündeme gelen yahut itiraz edilen iman ve İslâm hakikatlarına dair her türlü izahı da ekleyebilirsiniz. Ve bu denilenlerin ispatı için 6000 sayfayı bulan Risale-i Nur’u mütalaa edebilirsiniz.

whos.amung.us

© Bütün hakkları ilyasisik.blogspot.com sitesine aittir. İzinsiz kapyalama yapılamaz